Gülsen Solaker
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun kampanyasının mimarı Necati Özkan “ezip geçen bir tsunami” olarak tanımladığı 31 Mart sonuçlarının “geri dönüşü olmadığını” belirterek, yeni seçilen belediye başkanlarının doğru politikalar uygulaması durumunda CHP’nin üç dönem iktidara gelebileceğini kaydetti.
31 Mart yerel seçimlerinde CHP iktidardaki AKP’yi geride bırakarak 1977’den beri ilk kez birinci parti olurken, AKP’nin oyları 2015’ten bu yana gelen erimeyle yüzde 35’lere kadar indi.
Türkiye genelinde CHP 14’ü büyükşehir 35 belediye, AKP ise 12’si büyükşehir 24 belediye kazandı. İstanbul’da İmamoğlu, Ankara’da ise Mansur Yavaş rakiplerini büyük oy farklarıyla geride bıraktı.
İmamoğlu’nun kampanya direktörü Özkan, DW Türkçe’nin gerek İstanbul gerekse Türkiye genelinde başarının nasıl elde edildiği, 14 Mayıs seçim sürecinde yaşananlar ve bundan sonra siyasetin nasıl şekil alabileceği gibi farklı konulardaki sorularını yanıtladı.
DW Türkçe: Türkiye 31 Mart’tan bu yana seçim sonuçlarını tartışıyor. CHP nasıl kazandı, AKP neden kaybetti? Bu süreç nasıl gelişti?
Necati Özkan: 31 Mart kampanyası aslında 29 Mayıs 2023 günü sabah saat 9’da başladı. O gece yani 28 Mayıs’ı 29’a bağlayan gece İstanbul’a dönerken Ekrem Bey ve küçük bir grup arkadaş Türkiye’nin o tarihten sonra içine düştüğü durumu değerlendirdik. Gördüğümüz manzara şöyle idi; Türkiye artık muhalefetsiz kalacak, muhalefetin merkezi kalmayacak ve yok olup gidecek. Değişim isteyen vatandaşlar bundan sonra sandığa gitmeyecekler çünkü bu vatandaşlar kendilerini bu ülkeye ait hissetmeyecekler, demokrasiye ve seçimlere inanmayacaklar.
Dolayısıyla bir şeyler yapıp bunu değiştirmek gerekiyordu. Bunları tartıştık ve Ekrem Başkan bir değişim sürecini başlatmak istedi. O tartışmadaki en önemli konulardan birisi bu değişim ne zaman başlasın oldu. Bir hafta sonra mı, o gün mü, üç gün sonra mı, bir ay sonra mı derken Ekrem Başkan “Hayır ben bu sabah erkenden başlamak istiyorum” dedi.
O tarihten sonra CHP içerisinde yaşananlar milletin gözü önünde gerçekleşti. Yani kasaba kasaba, mahalle mahalle, il il ve en sonunda 4 Kasım’da Ankara’da yapılan kurultay ile CHP içerisindeki değişim sürecini tamamlamış oldu. O gece yaşanan kurultay aslında oldukça zorlu bir kurultay oldu ve değişim eski yönetime rağmen oldu.
Sonra da CHP’nin seçim kampanyasına ilişkin hazırlıklara başlandı. Bu hazırlıklar zaman baskısının da doğal bir sonucu olarak ön seçimlerin bir kısmının yapılamadığı ve çeşitli iç tartışmaların yaşandığı bir dönem oldu. Parti içinde seçimi kaybeden çeşitli unsurlar bu süreçte parti içinde kaos çıkarmak, hatta yeni yönetimin seçimlerde başarısız olmasını sağlamak gibi yollara kadar tevessül ettiler.
Kurultayda ortaya çıkan değişim sadece lider ekibin değişmesi değil aynı zamanda partinin gençleşmesi, daha fazla kadının partide görev alması, daha liyakatli kadroların iş başına gelmesi ama aynı zamanda partinin politikasının kurucu politikalara daha yakın bir hale gelmesi, yani daha demokrat, daha devrimci ve daha cesur politikalara dönülmesi anlamına geliyordu.
DW Türkçe: Peki, İstanbul’daki kampanyayı nasıl yürüttünüz?
Necati Özkan: İstanbul’daki seçim süreci Ağustos’ta yapılan bir araştırmaya dayalı olarak üç buçuk kademeli bir kampanya ile yürütüldü.
Türkiye’deki kurulu medya 2019’da İmamoğlu seçimleri kazandığı günden bugüne aynı şeyi söylüyordu; İmamoğlu hiçbir iş yapmadı, çalışmadı, iyi bir başkan değil, İstanbul geriledi, tatil yaptı vb. gibi. Biz bu algının vatandaş tarafından pek de tutulmayacağını, vatandaşın bunu pek de dikkate almayacağını varsayıyorduk ama Ağustos başında yapılan bir araştırma bize gösterdi ki İstanbul’daki seçmenlerin yüzde 50’ye yakını buna inandırılmış.
Dolayısıyla bu algının değiştirilmesi ve gerçeğin iletişiminin yapılması gerekiyordu.
CHP mi kazandı, AKP mi kaybetti?
İktidar kanadından bazı kesimler “CHP kazanmadı, biz kaybettik” söylemini savunuyor. Sizce de AKP’nin yanlışları ile mi bu sonuç gerçekleşti? AKP mi kaybetti? CHP mi kazandı?
Bunun cevabı çok net: CHP kazandı.
Peki 14 Mayıs’ta neden aynı sonuç alınmadı? Bir kesim halkın aslında 14 Mayıs’ta da iktidarı değiştirmeye hazır olduğunu ancak adayın yanlış olduğunu düşünüyor.
14 Mayıs’ta Türkiye’deki ekonomik durum, işsizlik bugünkü durumdan çok da farklı değildi. Döviz bugünden belki bir parça daha iyiydi ama yani gidişat ve TL’nin değer kaybediyor olması bugünden farklı değildi.
Peki farklı olan neydi? Farklı olan seçmene sunulan alternatif, bu alternatifin yönetebilir bir alternatifi olup olmadığının seçmen tarafından tartılması ve yine o kampanya döneminde yürütülen kampanya dili… Bütün bunlar ister istemez etkili oldu.
Şunu söylemek elbette çok doğru bir şey değil; bu seçimin kazanılmasının yegâne nedeni CHP içerisinde yaratılan değişim ve bizim yönettiğimiz kampanyadır. Elbette başka faktörler de var; vatandaşların ekonomik krizle ilgili yaşadığı acılar, fakirleşmenin daha derinleşmesi gibi. Ekonomi elbette önemli faktörlerden bir tanesi. Ya da AKP seçmenlerinin küçük de olsa bir bölümünün sandığa gitmemiş olması elbette ki bir faktör.
Ancak iki seçim arasındaki yaklaşık yüzde 7’lik seçmen kaybının hangi partiden olduğunu şu anda söyleyebilecek bir sağlam veri elde yok. Ama pek çok insan hissi olarak sandığa gitmeyen kümenin ağırlıklı olarak AKP’li olduğunu söylüyor. Doğru olabilir, yanlış olabilir. Bunu şu an bilmiyoruz.
Diğer yandan genel ve yerel seçimler arasında seçmen davranışında farklılık vardır. Yani o seçmenler de sandığa gitselerdi büyük ihtimalle yine aday ve proje odaklı karar vereceklerdi. Muhtemelen onların tamamı da gitse durum çok fark etmeyecekti. İstanbul’da 26 ilçe yerine belki 25 ya da 24 ilçe CHP’nin olacaktı ama genel manzara çok değişmeyecekti.
Yani AKP’nin özellikle buna sığınmaması gerekir. Burada ortaya çıkan şey çok net olarak seçmenin “artık yeter” demesidir. Seçmen dedi ki; “Ben sana fazlasıyla fırsat tanıdım. Sana onlarca yıl başbakanlık verdim. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmek istedin, destek oldum. Sonra güvenlik kriziyle karşılaştın yanında oldum. Sonra dedin ki ekonomiyi Nas ile yöneteceğim, fırsat verdim. Deprem oldu, hatalarını görmezden geldim. Karşı taraf yeterince hazır ve doğru bir alternatif sunamadığı için sana bir fırsat daha verdim. Ama artık yeter.”
Seçmen bunu derken aynı zamanda hazır bir alternatifin olduğunu görünce de ona destek verdi. CHP bu seçimde oylarını yüzde 50’den fazla artırdı, yüzde 65-70 civarında daha fazla belediye başkanlığı kazandı. Dolayısıyla bütün bunlar sadece ve sadece 6-7 puanlık bir seçmenin sandığa gitmemesiyle izah edilebilecek konular değil.
“Bu, ezip geçen bir tsunami, geri dönüşü yok”
Peki “Seçmen iktidarı yerel seçimde uyardı ama genel seçim olsaydı oyunun rengi farklı olurdu” söylemine katılıyor musunuz?
Her şeyden önce bu bir uyarı olsaydı kantarın topuzu bu kadar kaçmazdı. Yani uyarı dediğiniz şey, CHP’nin örneğin İstanbul’da 14 ilçesi varken ona 16 ilçe vermek, AK Parti’nin 25 ilçesi varken onu 20’ye düşürmek falan gibi bir şekilde olur. Bu tam bir tsunami. Yani bu bir dip dalga falan bile değil. Bu ezip geçen bir tsunami. Ve bunun geri dönüşü yok. Çünkü vatandaş artık bir tercih yaptı ve bu tercih stratejik bir tercih. Bu tercihin geri dönüşü olamaz.
Vatandaş çok net olarak “Ben, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu ülkeyi yönetmesini, bu ekonomiyi yönetmesini artık istemiyorum” dedi. Ona bir alternatif lazımdı, onu da artık buldu.
Size çok iddialı gelebilir ama bu en az üç dönemlik CHP iktidarının başlangıcıdır. CHP en az üç dönem bu ülkeyi yönetecek bundan sonra, göreceksiniz.
Eğer seçilen belediye başkanları aynen Ekrem İmamoğlu gibi herkesi kapsayan, herkesi kucaklayan, her alanda doğru işler yapan, israf etmeden kamu kaynaklarını doğru kullanan, vicdanlı ve projeci, icracı birer yönetim olduklarını gösterebilirlerse CHP’nin en az üç dönemlik iktidarın önünde kimse duramaz ve bu iktidar daha da uzun sürebilir.
Bütün bunlar yeni seçilen kadroların nasıl kamu yöneticileri olacaklarına bağlı olacak. Dolayısıyla ben tsunami derken bu durumun bir vatandaş tercihi olarak kalıcı ve süpürücü bir tercih olduğunu düşünüyorum.
CHP artık ülkenin merkez partisi mi?
O zaman CHP artık bundan sonra merkez parti oldu diyebilir miyiz? Eskiden CHP ile ilgili muhafazakâr kesimlerin kaygıları vardı. İmamoğlu’nun makamında ettiği dua da çok tartışıldı. Bunlar için ne dersiniz?
CHP aslında hiçbir zaman merkez parti olma dışında bir pozisyonda olmadı. Ama iletişimde bazı şeyleri yanlış yaptı ya da bazı çatlak sesler belki bu algıya neden oldu. Dahası Türkiye’de merkez parti olarak aslında sadece CHP vardı. AKP aslında merkez partiymiş gibi davranan bir aşırı sağ ve aşırı muhafazakâr parti idi. Ama özellikle iletişim kanallarının ve gazetelerin neredeyse yüzde 95’ine sahip olduğu için böyle bir algı yarattı.
CHP’de bugün olan şey partinin daha önce de söylediğim gibi kurucu kodlarına dönüyor olması. Kurucu kodlar neydi? İnkılapçılık diye tarif edilen devrimcilik, halkçılık gibi.
Diğer konuyla ilgili olarak da kişisel olarak bir siyasetçinin muhafazakarlığı ya da farklı bir şekilde inançlarını sergiler olması ile yönetimdeki kararları çok da doğrudan ilgili konular değildir. Şunu demeye çalışıyorum; bir siyasetçi pekâlâ inanan bir Müslüman olabilir ama yönetimde pekâlâ objektif davranabilir.
Örneğin Batı dünyasında demokrat olduklarına ilişkin en ufak bir kuşkumuzun olmadığı siyasetçilerin nasıl davrandığına bakalım. Barack Obama Amerikan siyasi tarihinin gelmiş geçmiş en ilerici, en solcu liderlerinden biriydi. Ama her pazar kiliseye giderdi. Ya da aynı şekilde, Tony Blair, İngiliz tarihinin en önemli başbakanlarından biriydi, ilerici ya da üçüncü yolcu başbakanlardandı ama kilisesine giderdi.
Dolayısıyla bir siyasetçinin gündelik hayatında kendi diniyle ilişkisi başka bir şey ama kamu kararlarını verirken, yöneticilik yaparken ve işini yaparken objektif davranması başka bir şey.
Ben dua sırasında oradaydım, Ekrem Bey’in kendisiyle ilgili samimi bir durum olduğunu çok iyi biliyorum. Yani Ekrem Bey hem inançlı bir Müslüman, yani orucunu tutan, cumalarına giden, duasını yapan. Ama Türkiye’nin gördüğü en demokrat siyasetçilerinden de bir tanesi. Bu ikisi birbiriyle çelişen şeyler değil. Ama zihnimizde böyle kodlar var. Sanki ilerici olmak, demokrat olmak camiye, kiliseye ya da herhangi bir inanç merkezine, cem evine gitmemeyi gerektiriyor gibi bir algı var zihnimizde. Hayır öyle bir şey yok. Yani insanlar pekâlâ kendi özel yaşamlarında istedikleri gibi dua edebilir, istedikleri gibi dini vecibelerini yerine getirebilir ama kamusal yaşamda tam anlamıyla bir demokrat olabilirler.
Zaten bir siyasetçinin muhafazakâr dünyayı anlıyor, biliyor olması, oradaki değerleri kavrıyor ve samimiyetle inanıyor, o değerlere sahip olan insanları da kolluyor olması ama aynı zamanda demokrat olarak dine ya da tanrıya bile inanmayan insanlara aynı şekilde bakıyor olması büyük kazanç. Demokratlık ve Müslümanlık birbiriyle çelişen konular değil.
Ben Sayın İmamoğlu’nun bu konulardaki samimiyetini ilk günden beri yakından bilen bir insan olarak bunun Türkiye adına çok değerli olduğunu düşünüyorum. Hatta diyorum ki “Sayın Başkanım lütfen değişmeyin, hep böyle kalın.” Hep böyle kalması hepimizin yararına.
İmamoğlu kibirli bir insan mı?
Ankara kulislerinde yıllardır İmamoğlu’nun “kibirli” olduğuna dair bir inanış dolaştırıldı. İmamoğlu kibirli bir insan mı?
Gülsen Hanım, bu geçmişte var olan yapının devamını isteyen, ancak bu sayede siyasette olabilen küçük bir azınlığın kasıtlı olarak yarattığı bir algı.
Ekrem Bey son derece mütevazı, herkesin sesine kulak veren, kimseye herhangi bir şeyi emretmeyen, tam tersine herkesin sesinden beslenen, herkesin sesini dinleyerek kararlar alan, benim görebildiğim kadarıyla en mütevazı siyasetçilerden bir tanesi.
Dediğim gibi bunu yapanlar artık dünde kaldı, yoklar. Dolayısıyla bu alınan sonucun bunu yapanların artık parti yönetiminden gitmiş olmasının da bir sonucu olduğunu hepimizin biliyor olması lazım.